YEDİ KARDEŞLER BURCU EFSANESİ
Diyarbakır surları üzerinde 78 burç vardır. Bunlardan biri de Yedi Kardeşler Burcu'dur. Burcun bu adı alışı şu efsaneyle açıklanır:
Bu dönemde düşman Diyarbakır surlarını kuşatır. Günlerce süren kanlı çarpışmalardan sonra kale düşer. Ancak, yedi kardeşin savunduğu, şimdiki Yedi Kardeşler Burcu bir türlü teslim olmamaktadır. Düşman tüm gücüyle yüklenir, sonuç alamaz. Uzlaşmak üzere elçi gönderir. Yedi Kardeşlerin elçiye cevabı şöyle olur: Biz bir şartla teslim oluruz. O da canımızın bağışlanması. Burayı yalnız kralınıza ve komutanlarınıza teslim ederiz. Gelip burca girsinler ve kaleyi teslim alsınlar, sonra da canımızı bağışlasınlar. Kral bu şartı kabul eder. Komutanlarıyla birlikte burca girer. Girer girmez büyük bir patlama olur. Yedi Kardeşler barut mahzenini ateşlemiştir. Kale havaya uçar. Kral, komutanlar ve yedi kardeş ölür. Düşman ordusu dağılır. Bu olaydan sonra bu burcun adı Yedi Kardeşler Burcu olur.
Suzan (Suzi) ve Kırklardağı
Diyarbakır'ın güneybatısında, Dicle Nehri kenarında, Kırklardağı vardır.Bu Kırklardağı'nın arkasında Kırklar Ziyareti vardır.Çocuğu olmayanlar, buraya gelip dilek dilerler.Bir Süryani zengin ailenin de hiç çocukları olmuyormuş.Kadın, Kırklar Ziyareti'ne gelip dilek dilemiş, adak adamış.Bir kızı doğmuş. Adını Suzi (Suzan) koymuşlar.Her yıl doğum gününde, annesi onu süsler, giydirir ve Kırklar'a götürerek, bir kurban kestirirmiş.Suzan böylesine bin nazlarla büyüyüp, güzel bir genç kız olmuş.Müslüman komşularının oğlu Adil'le, birbirlerine aşık olmuşlar.
Yine bir doğum yıl dönümünde , annesi Suzi'yi , hizmetçilerle beraber kurbanını kesmek üzere, Kırklar Ziyareti'ne göndermiş.Arkalarından habersizce Adil de gelmiş.Hizmetçilerin kurban kesme telaşından yararlanan Suzi, Adil'le beraber, dağın arkasına dolanmışlar ve orada sevişmişler.Kırklar Ziyareti, bu beraberliği bağışlamamış ve ziyaret Suzi'yi çarpmış.Kız On Gözlü Köprü'nün orada, Dicle'de boğularak ölmüş.Suzi'nin ölümünden sonra, Adil de aklını yitirmiş.
KENTİN ŞEYTANINA İLİŞKİN EFSANESİ
Efsaneye göre her kentin bir şeytanı vardır. Diyarbakır şeytanı da bozguncudur. Halkın eşraftan iki kişi çevresinde toplanıp, birbirlerine düşman olmalarına neden olur. Halk çaresiz kalmıştır. Onlara acıyan bir evliya şeytanı yakalar; bir demir parçasına dönüştürerek İç Kale Kapısı'nın sol üst yanına zincirler. Böylece kent şeytandan kurtulur. Diyarbakır şeytansız tek kent olur.
Şeytanın simgesi sayılan bu zincirli demir parçası, günümüzde de İç Kale Kapısı'nın sol üst yanındaki duvara asılıdır. Yakın zamana dek herkes, bu demir parçasına tükürüp "Şeytana lanet olsun" diyerek kente girerdi.
GÜMÜŞ SAKALLI PAŞA
Diyarbakır
Abdüssettar Hayati Avşar
Araştırmacı
Babasından
Eskiden Diyarbakır'da yaşayan hıristiyanların, et yemelerinin yasak olduğu, bahar ayı başındaki Paskalya Günleri'nde, müslümanlar da Kırklar Dağı'na pikniğe giderler, yer içer eğlenirlermiş. Adına "Cigaret" (Ciğer-et) dedikleri ızgaralarla kendilerine ziyafet çekerlermiş.
Bu gelenek böyle sürüp giderken, Diyarbakır'a bir paşa gelmiş. Bu gümüş renkli sakallı, ince düşünceli, nazik bir paşaymış. Hıristiyan komşuların et yemedikleri özel bir günde, böyle pikniğe çıkıp et pişirmenin ve kokusunu da çevreye yaymanın doğru olmadığını belirterek bu "Cigaret" geleneğini yasaklamış ve zamanı geldiğinde de şehrin bütün kapılarını kapattırarak, kimsenin dışarıya, kırlara çıkmnasına izin vermemiş.
Biraraya toplanıp buna bir çare düşünen Diyarbakırlı'lar, altı - yedi tane tabutu omuzla****** Mardin Kapı'ya gelmişler ve nöbetçiye "Cenazelerimiz var, mezarlığa g**üreceğiz, kapıyı aç" demişler. Kapı açılınca da doğruca Kırklar Dağı'na gidip tabutları açarak, içlerindeki piknik malzemelerini çıkarıp, yine her yıl yaptıkları gibi yiyip - içmeye, gülüp - eğlenmeye başlamışlar. Bir yandan da hep bir ağızdan, şu türküyü söylüyorlarmış.
Ey paşa, paşa
Sakalı gümüş paşa
Şeftali çiçek açtı
Yasağı kaldır paşa...
SÜTÇÜ HACI
Diyarbakır
Abdüssettar Hayati Avşar
72
Araştırmacı
Babasından
Eskiden Diyarbakır'da yaşayan yoksul bir sütçü varmış. Karısıyla birlikte süt satarak geçinirlermiş. Sütçü yıllarca para biriktirip hacca gitmiş. Haccın sonunda da sekiz gün süreyle, kırk vakit namaz kılıp, son gece diğer hacılarla birlikte yere uzanıp uykuya dalmış. Rüyasında, elinde uzun sopasıyla kara bir arap gelerek, değneğiyle yatanları işaret edip, "Bu hacı, bu hacı değil" diye belirlemeye başlamış. Sütçü sıranın kendisine gelmesini merakla ve sabırsızlıkla beklemiş. Sıra kendisine gelince, arap sopasıyla işaret ederek "Bu da hacı değil" demiş ve sayımını sürdürmüş.
Buna çok üzülen sütçü, evine dönünce hemen karısını çağırıp olanları anlatmış ve sattıkları sütü nasıl hazırladığını sormuş. Kadın da "Ben sütlere yarı - yarıya su katıyorum" demiş. Karısına kızan sütçü ona, bir daha böyle bir şey yapmamasını ve yine uzun ve yorucu uğraşlardan sonra biriktirdiği parayla, ikinci kez hacca gitmiş. Ne var ki haccın son günü, aynı eli sopalı arap, yine onu hacı olmamakla suçlamış.
Bu kez de büyük bir üzüntüyle eve dönen adam, karısına yine ne yaptığını sorunca, karısından "Süt kaplarının diplerini çalkaladığım suları süte katıyorum, bu kadarcıktan ne olur ki" cevabını almış.
Bunun üzerine sütçü, bundan böyle karısını hiç işine karıştırmamış. Daima katıksız süt satmış ve bununla biriktirdiği paralarla gittiği haccın da kabul edildiği, yine aynı arap tarafından "Bu hacıdır" sözüyle, kendisine bildirilmiş.
Gerçek hacı olan sütçü de bu mutlulukla, Diyarbakırlı'lara hep katıksız süt satmayı sürdürmüş.
ANA HAMDO
Diyarbakır
Perran Toksöz
42
Doçent
Annesinden
Diyarbakır'ın eski ailelerinden biri olan Hamdiye Hanım, çok nüktedan, hoş görgülü, gözü gönlü tok, eli bol, bilge bir halk kadınıymış. Sözü - sohbei dinlenir, kadın-erkek, genç-ihtiyar herkes tarafından sevilirmiş.
Bir gün Hamdiye Hanım'ların evine hırsız girmiş. Evin büyük kızı da gündüz gözüyle eve giren bu hırsızı yakalayarak kilere hapsetmiş. Çarşıda olan ağabeyinin eve dönmesini ve cezalandırılmak üzere hırsızı gerekli yerlere teslim etmesini beklemey başlamış. Bu arada vakit de öğleye yaklaşmış.
O sırada dışarıda olan Hamdiye Hanım eve dönünce, kızı ona olanları anlatmış. Hamdiye Hanım kızına, "İhtiyacı olmasaydı hırsızlık yapmazdı. Zavallı adamı niçin kilere kapatıp, bir de aç-sussuz bırakıyorsun. Vakit öğle oldu. O zavallı açlıktan ölmüştür, kilerde yalnızlıktan canı sıkılmıştır hem de korkmuştur, sen de hiç acıma yok mu" diyerek çok kızmış. Sonra da kızının şaşkın bakışları altında, güzel bir yemek sinisi hazırla****** kilerdeki hırsıza g**ürüp, karnını doyurmuş. O sırada eve gelen oğluna da hırsıza iyi davranmasını söylemiş. Sonra adamın cebine üç-beş kuruş da harçlık koyup, bir daha hırsızlık yapmamasını, çalışarak ekmeğii kazanmasını öğütlemiş ve onu serbest bırakmış.
Bir zaman sonra, Hamdiye Hanım'ın oğlu yolda giderken, yanına o hırsı yaklaşmış ve elini öperek, "Annene selam söyle, ellerinden öperim. Onun sayesinde doğru yola geldim. Şimdi bir işte çalışıyorum ve hayatımı emeğimle kazanıyorum. Bunu annenin bana gösterdiği anlayışa ve ders verici insancıl davranışa borçluyum" demiş.
İKİ ORTAK
Diyarbakır
Aziz İpekçi
63
Tüccar
Büyüklerinden
İki adam ortak olup, Mardinkapı'da bir bakkal dükkanı açmışlar. Biribirlerine çok güvendikleri için de hiç hesap tutmazlarmış. Aralarında bir sorun da çıkmazmış. Günler böylece geçip giderken, bir gün ortaklardan birisi bir kürsü (Alçak tabure) çekip kapının önüne oturmuş ve etrafı seyretmeye başlamış. O sırada kapının önünde gidip gelen bir karıncayı da gözlüyormuş. Bu karınca hep dükkanın içinden birşey alıp, dışarıya taşıyormuş. Adam bir süre onu dikkatle izledikten sonra, ortağına dönüp "Sen benden gizli bir şey yapmışsın, her ne yaptıysan hemen söyle, bilmek istiyorum" demiş. Ortağı da ona, "Sabah yüz tane yumurta gelmişti, dükkanda da yumurtaya ihtiyaç yoktu çünkü, daha üç gün önce yeterince almıştık. Ben de bu nedenle, yumurtaların ellisini kendi evime, ellisini de senin evine gönderdim yalnız, kendi evime gönderdiklerimi daha irilerinden seçmiştim, bundan başka da yaptığım bir haksızlık yok" demiş.
Bunu duyan adam ortağına, "Seninle hemen ayrılıyoruz çünkü bu karınca, daha önceleri dışarıdan içeriye taşırdı, şimdiyse içerden dışarıya taşıyor artık, bizim dirliğimiz - düzenimiz bozuldu. İşin içine küçük de olsa bir haksızlık girdi, aramızdaki güven sarsıldı" demiş ve ortaklığı bozmuş.
İSKENDERPAŞA CAMİİ'NİN İMAMI
Diyarbakır
Yakup Bayburtluoğlu
60
Emekli
Büyüklerinden
İskenderpaşa Camii'nin bir imamı varmış. Her gün sabah erkenden kalkar ve sabah namazı için ezan okumak üzere camiye gelirmiş. Fakat ne kadar erken gelirse gelsin bir adamın kendisinden daha erken gelip, kapıda beklediğini görürmüş. Çok gayret etmiş ama bir türlü o adamdan erken gelmeyi başaramamış. Bir yandan da bu duruma müthiş içerliyormuş.
Sonunda dayanamayıp, bir gün adama nasıl oluyorda her gün benden daha önce geliyorsun, bu kadar erken nasıl kalkabiliyorsun diye sormuş. Adam da gülerek, "Aman imam efendi hiç sorma. Benim üç tane karım var. Onlar her sabah çok erken kalkıyorlar. Birisi beni giydiriyor, birisi abdest suyumu hazırlıyor, bir diğeri de çorbamı pişiriyor, böylece erkenden hazırlanıp geliyorum" demiş.
Bunu duyan imam da düşünüp - taşınıp, karısının üstüne üç kuma daha almış. Dört karısı olduğu için de artık o üç eşli adamdan çok daha önce hazırlanıp camiye gidebileceği için seviniyormuş. Ertesi sabah olunca, o gece beraber olduğu eşi dışındaki diğer kadınlar saldırıp, imamı öyle bir dövmüşler ki imam kendisini sabahın köründe camiye atıp, zor kurtarmış. Oralarda da daha kimsecikler yokmuş.
Biraz sonra gelen diğer adam, imamın kendisinden önce geldiğini görünce, gülerek "Görüyorsun ya imam efendi, çok kadınla evli erkekler camiye nasıl da erken geliyorlar" demiş
AYN - ZELA EJDERHASI
Diyarbakır
Fahriye Önen
62
Ev Hanımı
Annesinin halasından
Eskiden Diyarbakır'da, şimdiki Çift Kapı'nın yanında, Ayn - Zela adında büyük ve berrak bir su akarmış. Bu su değirmenleri çevirir, bostanları sular ve şehrin içme suyunu sağlarmış.
Bir gün bir ejderha ortaya çıkmış ve her sabah bu suyun hepsini içerek kurutmaya başlamış. Bütün gce biriken suyu ertesi sabah gelerek yine içiyormuş. Şehir sussuz kalmış. Bunun üzerine Diyarbakır'ın ileri gelenleri birleşerek bu önemli soruna bir çözüm aramaya başlamışlar. Başka yerlere de haber gönderilip, bu ejderhanın nasıl yok edileceği hakkında akıl sorulmuş fakat, hiçbir olumlu çözüm bulunamamış.
O sırada bir çingene obası gelip, surların dibine çadırlarını kurmuşlar ve olup - bitenleri izlemey başlamışlar. Bu çingenelerin çeribaşısı, şehrin ileri gelenlerinin, ejderha karşısında çaresi kaldığını görünce gidip, "İzin verirseniz ben bu ejderhayı ortadan kaldırırım" demiş. Onu kimse ciddiye almamış. O kadar akıllı ve cesur insanın yapamadığını senin gibi zavallı bir çingene mi yapacak, haydi ordan demişler.
Aradan uzunca bir zaman geçip, çaresiz kalınca, sonunda bu çeribaşına bir fırsat vermek zorunda kalmışlar. Bunun üzerine çeribaşı, hemen işe koyulmuş. Önce bir koyun kesmiş, yüzmüş sonra da bunun içini kireçle doldurmuş, g**ürüp suyun başına koymuş. Ertesi sabah herkes toplanıp olacakları gözlemeye başlamışlar. Bir süre sonra suya gelen ejderha, önce bu koyunu büyük bir iştahla yemiş sonra da bütün suyu içerek, yatıp uyumuş. Akşama doğru, ejderhanın koyunla berbaber yediği kireç, içinde patlayarak ejderhayı parçalamış.
Bu beladan kurtulan Diyarbakır'lılar, bundan sonra çeribaşına çok saygı göstermişler ve onu önemli makamlara getirmişler
ONGÖZLÜ KÖPRÜ
Diyarbakır
Şefika Yardım
75
Ev Hanımı
Annesinden
Diyarbakır'da çok zengin bir adam varmış. Fakat öylesine cimriymiş ki uşağı lambaları yakarken, her lamba için bir kibrit harcıyor diye, onu işinden atmış.
Diyarbakır'ın zenginleri, Dicle'nin üstüne, on gözlü bir köprü yaptırmaya karar vermişler. Aralarında para toplamışlar. Bu konudaki yaptıkları toplantıya, cimriliğiyle tanına bu adamı, nasılsa yardım etmez diye çağırmamışlar. Bunu duyan ve çok sinirlenen adam, "Ben cimri değilim, ,israfa karşıyım, bunu kanıtlamak için de bu köprünün tamamını ben yaptıracağım, daha sonra yıkıldıkça yeniden onarılması için de köprünün orta ayağına, bir küp altın gümdüreceğim" demiş ve dediğini de yapmış.
Bu zengin adam bir gün, yaptırdığı köprünün üstünden geçerken, genç ve sağlıklı bir delikanlının, dilendiğini görmüş. Dilenciyi fena halde döverek, dileneceğine çalışmasını söylemiş. Bu olaydan çok utanan genç de daha sonra çalışarak zengin olmuş ve bu adama gelip, teşekkür etmiş.
Bu bir küp altın, günümüzde de Ongözlü Köprü'nün orta ayağında gömülü duruyormuş.
KARACADAĞ EFSANESİ
Diyarbakır
Uğur Er
20
Serbest
Ninesinden
Diyarbakır beyinin dünya güzeli biş kızı varmış. Beyin yanında marangoz olarak çalışan yoksul bir delikanlı, bu kızı görüp aşık olmuş. Anasına gidip, beyin kızını kendisine istemesini söylemiş. Anası her ne kadar, bu işin olamayacağını anlatmaya çalışmışsa da oğlunun yalvarmalarına dayanama****** beye gidip durumu anlatmış ve sözlerini de şu maniyle bitirmiş.
Güneşe bakmak olmaz
Gönülü kırmak olmaz
Büyüklük sizde kalsın
Seven ayırmak olmaz
Bey kadını dinledikten sonra, "Benim de çok sevdiğim bir oğlum vardı. Bir gün atalarımızdan kalma değerli kılıcımızı alarak, dağda yaşayan ve insanların başına bela olan ejderhayı öldürmey gitti fakat, ejderha onu öldürdü ve kılıç da dağda kaldı. Eğer, oğlun bu ejderhayı öldürür, o kılıcı da geri getirirse kızımı ona veririm" demiş.
Anası gelip olanları oğluna anlatınca, delikanlı anasıyla helallaşıp hemen dağa gitmiş. Ejderha oğlanıgörünce, ağzından ateşler püskürterek, daha delikanlı davranamadan, onu yakıp öldürmüş. Oğlan can acısıyla öyle derin bir ah çekmiş ki, feryadı gökleri titretmiş. Bu çığlığı işiten anası, oğlunun öldüğünü anlamış ve duyduğu büyük acı ile şunları söylemiş.
Sandım olacak düğün
Kara gün oldu bugün
Oğlumu alan dağlar
Sen de karaya bürün
Acılı ananın bu ahı üzerine, dağ kararmış ve bundan böyle bu dağın adı da KARACADAĞ olmuş.
ZEMBİLFÜROŞ BURCU
Diyarbakır
Mehmet Ekmen
62
Emekli memur
Büyüklerinden
Bir padişahın çok yakışıklı bir oğlu varmış. Binbir nazla büyütülen bu çocuk yiğit bir delikanlı olmuş. Zaman zaman babasının veziriyle ava çıkıp eğlenirmiş. Yine bu av eğlencelerinin birisinde, yol kenarındaki mezarların birisinden çıkmış, bir kuru kafa görmüş. Ölüm ve ölü kavramlarına yabancı olan padişahın oğlu, bu kafatsaını alarak dikkatle incelemiş. Sonra da vezirle arasına şöyle bir konuşma geçmiş: "Vezir, sen bunun ne olduğunu biliyor musun?" "Bu ölmüş bir insanın kafatasıdır pirensim." "Ölüm ne demektir?" "Pirensim, her insan ve her canlı, bir süre yaşadıktan sonra ölecektir ve mezara gömülüp, bu hale gelecektir." "Bu ölenler aç mı kalmışlardı, niçin öldüler?" "Senin dedelerin padişahtılar, onlar da öldüler pirensim. Ölüm varsıl yoksul, genç ihtiyar dinlemez, bir gün gelir herkesi bulur." "Yani vezir, bir gün ben de ölüp bu hale mi geleceğim?" "Evet pirensim, günü geldiğinde sen de ben de hepimiz öleceğiz."
Bu konuşmadan sonra çok duygulanan ve dünyanı geçiciliği karşısında uzun uzun düşünen pirensin yüreğinde, ilahi bir aşk uyanmış. Saraya döndükten sonra ağlayarak secdeye kapanmış ve tüm dünya nimetlerinden vazgeçerek, kendisini tanrı yoluna adamaya karar vermiş. Bu kararının karısına da açarak, saltanatını zenginliğini elinin tersiyle itip, bundan böyle kendi emeğiyle geçineceğini, kendisinin de bu yoksul hayata katlanma gücü varsa beraber gelmesini, zenginlikten vazgeçemeyecekse ayrılabileceklerini söylemiş. Eşi de onunla geleceğini ve iyi günde olduğu gibi kötü günde de yanında olup, onun yoksul hayatını paylaşacağını bildirmiş.
Karısıyla birlikte ülkesinden ayrılan pirens, memleket memleket gezerek, zembil (sepet) yapıp satmaya ve hayatını böyle kazanmaya başlamış. Bir yandan da sürekli tanrıya ibadet ediyormuş. Zamanla çocukları da doğup, büyümeye başlamışlar. Çok yoksul olan bu ailenin, sırtlarındaki eski giysilerinden başka birşeyleri yokmuş.
Bir gün Silvan'a gelip yerleşmişler. Adam sokaklarda zembil sattığı için adına zembil füroş yani sepet satıcısı demişler. Yoksul sepetçi, sokaklarda sepet satarken, bir gün onu, Silvan Beyinin güzel karısı sarayın penceresinden görmüş. Bu yakışıklı ve yoksul gence bir görüşte aşık olarak, onu sarayına getirtmiş. Beyin karısı sepetçiyle sevişmek istemiş. Allah korkusu ve ilahi aşk duyguları içinde bulunan genç, hanımın bu dileğini geri çevirmiş. Bu konuda aralarında şöyle bir konuşma geçmiş. (Şiir şeklindeki bu konuşmayı, yörede bir ezgi eşliğinde söylüyorlar).
Köşk Hatunu - Zembil satan zembil getirir
Dükkan dükkan evler gezdirir
Gönülleri yakar bitirir
Gel yukarı seni göreyim
Sepet Satıcısı - Ey hatunum ben tövbeliyim
Nazlı güzel ben tövbeliyim
Çocukları evde aç biriyim
Ulu Allahımdan korkarım
Köşk Hatunu - Zembil satan oğlan Abbas'tır
Üstünde don entari vardır
Elden kurtuluş kalmamıştır
Gel de zembillerini alayım
Sepet Satıcısı - Ey hatunum ben tövbeliyim
Nazlı güzel ben tövbeliyim
Çocukları aç evde biriyim
Ulu Allahımdan korkarım
Köşk Hatunu - Zembil satan oğlan derviştir
Gel ki ileri görem ne iştir
Zembillere bir değer bildir
Budur benim senden isteğim
Sepet Satıcısı - Ey hatunum ben tövbeliyim
Nazlı güzel ben tövbeliyim
Evde çocukları aç biriyim
Ulu Allahımdan korkarım
Köşk Hatunu - Zembil satan oğlan vezirdir
Mirin odasına gir de şenlendir
Bu hoş yemeklerin hepsi senindir
Soframda ol ki ben sevineyim.
Hanımın bütün sevişme isteklerini geri çeviren yoksul sepetçi kalkıp gitmek isteyince, çaresiz kalan hanım, "Öyleyse seni yakalatıp, tutsak edeceğim" demiş. Kadının elinden kurtulamayacağını anlayan delikanlı, elini yüzünü yıkamak ve abdest almak için izin istemiş. Adamın kaçmasından korkan Köşk Hatunu, onun ayağına bir ip bağlayarak ucunu da kendi eline almış ve bir ibrik vererek onu kalenin en yüksek burcuna göndermiş. Burada çevresine bakınan genç hiçbir kurtuluş yolu kalmadığını anlayınca, ayağındaki ipi çözüp, ibriğe bağlamış ve kendisini de o yüksek burçtan aşağıya atmış. (Bu burca şimdi Zembilfüroş Burcu deniyor.) Yere düştüğünde hiç yaralanmamış ve koşarak evine gitmiş.
Bir zaman sonra ipi çeken hanım, adamın yerine ibriğin geldiğini görünce, onun kaçtığını anlamış ve çok üzülmüş. Sonraki günlerde kıyafet değiştirerek, günlerce şehrin sokaklarında dolaşıp, delikanlının oturduğu evi bulmuş. Bir gün adam evde yokken, gidip karısıyla konuşmuş. Yoksul kadına pekçok mücevher vererek onu aldatmış ve bir gecelik onun yerine geçmeye kadını razı etmiş.
O gece sepetçinin karısının giysilerini giyerek, onun yerine yatağa girmiş. Gece geç vakit yorgun-argın evine gelen sepetçi, yatağına yatınca, yataktaki hanım dönmüş ve çıkarmayı unuttuğu ayak bileğindeki gümüş halhallar şıngırdamış. Karısının halhallarının olmadığını bilen sepetçi hemen yataktan fırla****** yanındaki kadının yüzüne bakmış ve gerçeği anlayınca oradan hızla uzaklaşarak dağlar düşmüş. Köşk Hatunu da ardından dağlara düşüp onu aramaya başlamış. Bunun üzerine sepetçi ağlayarak tanrıdan ölümünü istemiş ve oracıkta ölüp ilahi aşka kavuşmuş. Onun ölümüne dayanamayan hanım da arkasından ölmüş.
Efsaneye göre onları, Silvan'ın kuzeydoğusuna düşen, beş-altı kilometre uzaklıktaki bir dağın başına gömmüşler. Şimdi mezarlarında, her bahar çok güzel çiçekler açarmış.
Gelin Dilek Tutma Taşı
Geçmiş bir zamanda güzeller güzeli genç bir kız, gönlünü köyün çobanına kaptırmış. Ama talihsizliktir ki köyün beyinin oğlunun da kızda gözü vardır. Bir gün evlilik hazırlıklarında olan kız atla nisanlısı olan çobana yemek g**ürürken yolda arkasındaki beyin oğlunun atıyla ona doğru geldiğini görür. Kız başına gelecekleri anlamıştır. Kendini çobandan başka birine yar etmemek için tanrıdan ona yardim etmesi için dua eder ve " Tanrım tas olayım ama beni bu beyogluna yar etme" der. O arada kizin duasi kabul olur ve oracıkta ati ile birlikte tasa dönüşürler. O günden buyana yeni gönlünün muradına eren gelinler bu kayaya gelerek evlilik yaşantılarında mutlu olmak için buraya gelerek tanrıdan dilekte bulunurlar. Bu gün bile genç kızlar Karahayit kasabasında
|
|
|
|
 |
|